a)
"Cenâb-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine
yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin
için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada
(yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip
çıkarılacaksınız." (el-A'râf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu
ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak
zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır
ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve
Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan,
inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Tâhâ suresi 118-119'uncu
âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan vasıfları, yani
acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve
mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir.
Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in
iskân edildiği Cennet, ahirette müminlere va'dedilen Cennet'tir.
c)
Bu "Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-ı ta'rîf) umûm (istiğrak)
için değil, ahid içindir. Bu elif lâm, umûm ifâde ederse Cennetlerin
hepsi manasına gelir. Hâlbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere)
yerleşmesi imkânsızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar
arasında bilinen ve dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan Cennet'e
hamletmek gereklidir. (Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 233; Razı,
Mefâtîhu'l-Gayb, I, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı
Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.)
d) Yine bazı haberlere göre:
Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek
Hz. Âdem'i Cennet'te yaratmıştır. (İbn Kesîr,
Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, I, 132.) Hz. Âdem ile Hz. Musa'nın
ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun meâlini yukarıda verdik)
de bu Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.
Ebu'l-Kasım
el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî de "Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet,
bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen
"ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar
veriyorlar. " İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara,
2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada
olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:
1) Eğer Hz.
Âdem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan Cennet
olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Âdem de ebedî
kalınacak Cennet'te olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu
ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan
olacağınız için yasak etti." (el-A'râf, 7/20) diyerek aldatamazdı.
2)
Yüce Allah'ın "Onlar (Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da
değildir." (el-Hicr, 15/48) sözünün dalâletiyle Cennet'e giren bir daha
oradan çıkmaz.
3) İblis, Hz. Âdem için secde etmekten
kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazâb ve lânetine uğramış ve kâfir
olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.
4) Ahirette
müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin
içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi
faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem'e
bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.
5) Allahü Teâlâ "Yeryüzünde
bir halife yaratacağım..." (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz.
Âdem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini
zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden
olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle
önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise
Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak
Cennet'ten başka bir Cennet'tir. (Râzî, Mefâtîhu'lGayb, I, 454)
Hz.
Âdem'in oturduğu Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olması veya bundan
başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve
Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse
bilemediğine göre, şu Cennet'tir veya bu Cennet'tir diye kestirip
atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lâzımdır. Nitekim selefi salihîn
ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Râzî,
Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455)
Fakat biz burada hemen şunu
kaydedelim: Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği Cennet'in mükâfat yurdu
olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet'e
girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak
girmekle mûkîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed
(s.a.s.) mi'rac gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Âdem'in
Cennet'ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.
Hz. Âdem'in Peygamberliği
Hz.
Âdem ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamber*dir. Hz. Âdem
yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah insan nesillerinin hepsini
onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ
sûresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: "Ey insanlar!
Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini
(Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip
yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (en-Nisâ, 4/2) Bir hadîs-i
şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah'u Teâlâ
Âdem'i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan
yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına
göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir
renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü,
bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi
Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.
Allah, insanı
nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde
yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden
ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı
bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği
olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak
ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşad edecek
peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle,
insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını
tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını
öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap
terazileri ağır gelenler Cennet'e girecektir. Bunları kendilerine
öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara
peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allahü Teâlâ'nın doğrudan doğruya
vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.
Hz. Âdem'in
peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an
ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu.
Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla
olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki
oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının
kabul olunduğunun bildirilmesi (el-Mâide, 5/27) Hz. Âdem'e vahiy ile
bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin
anlatılması için "Istafâ" (Âli İmrân, 3/33) kelimesi ile "İctebâ"
(Tâhâ, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur'an'da diğer peygamberler
için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak kelimeler
kullanılıyor. (el-A'râf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd,
38/47; en-Nahl, 16/121; Âli İmrân, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En'âm, 6/87;
eş-Şûrâ, 42/13; el-Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Âdem de peygamberdir. Hz.
Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu
Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize
'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda,
Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah o,
Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet o mükellem
bir Nebî(Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi."
dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)
Diğer bir hadîste de Kıyamet
gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak, Hz.
Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî,
II, 202) Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir. (Teftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71;
Aliyyü'lKârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 101)
Hz. Âdem'in
evlâdları onun irşâdı* ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve
manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris
el-Havlânî'nin, Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber
(s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.
(Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usûsuhâ, II,
260)
İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin
izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli
sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin
başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra
yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan
ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu
ayet bu hakikati ifade eder: "İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar
ihtilâf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak
peygamberler gönderdi..." (el-Bakara, 2/213)
Yukarıda
gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan
doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan
tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden
gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli
hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi
yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu
nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul
ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun
aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör
kanunları gibi.
Tekâmül nazariyesi bilim ve akıl nazarında
muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün
tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir
eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak
üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de
akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar
arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider.
Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir
makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı
başında olan bir âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.
Madde
âtıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet
prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü,
düzen ve nizâmı yoktur (ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı
ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makina sistemiyle
kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ
nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her
şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit
bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından
güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi
imkânsızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir
canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya
en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi
kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir
edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak
yapamaz. Çünkü âtıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin
yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden
bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı
olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir
elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse,
kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında
dağılıp gider.
Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün
olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice
sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri
(neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri
olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi,
nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina
sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde
hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu
vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can,
canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir
etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen
manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için
mutlaka şu şartlar gereklidir:
1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.
2-
Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da
kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır.
Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu
enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve
çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci
kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin
düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü
şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya
elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli
ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler
ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve
saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve
idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen
insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka
akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin
yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o
akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen,
hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan
ve bunlara canı veren Allah'tır.
İnsanla hayvan arasında
mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır.
Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği
ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre tekâmül nazariyesi (Darwinizm)* muhaldir (imkânsızdır).
Darwinizme
inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek meydana
gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?"
(et-Tûr, 52/32)
Kaynak : Muhittin BAĞÇECİ
"Cenâb-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine
yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin
için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada
(yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip
çıkarılacaksınız." (el-A'râf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu
ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak
zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır
ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve
Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan,
inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Tâhâ suresi 118-119'uncu
âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan vasıfları, yani
acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve
mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir.
Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in
iskân edildiği Cennet, ahirette müminlere va'dedilen Cennet'tir.
c)
Bu "Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-ı ta'rîf) umûm (istiğrak)
için değil, ahid içindir. Bu elif lâm, umûm ifâde ederse Cennetlerin
hepsi manasına gelir. Hâlbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere)
yerleşmesi imkânsızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar
arasında bilinen ve dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan Cennet'e
hamletmek gereklidir. (Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 233; Razı,
Mefâtîhu'l-Gayb, I, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı
Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.)
d) Yine bazı haberlere göre:
Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek
Hz. Âdem'i Cennet'te yaratmıştır. (İbn Kesîr,
Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, I, 132.) Hz. Âdem ile Hz. Musa'nın
ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun meâlini yukarıda verdik)
de bu Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.
Ebu'l-Kasım
el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî de "Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet,
bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen
"ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar
veriyorlar. " İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara,
2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada
olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:
1) Eğer Hz.
Âdem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan Cennet
olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Âdem de ebedî
kalınacak Cennet'te olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu
ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan
olacağınız için yasak etti." (el-A'râf, 7/20) diyerek aldatamazdı.
2)
Yüce Allah'ın "Onlar (Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da
değildir." (el-Hicr, 15/48) sözünün dalâletiyle Cennet'e giren bir daha
oradan çıkmaz.
3) İblis, Hz. Âdem için secde etmekten
kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazâb ve lânetine uğramış ve kâfir
olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.
4) Ahirette
müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin
içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi
faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem'e
bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.
5) Allahü Teâlâ "Yeryüzünde
bir halife yaratacağım..." (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz.
Âdem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini
zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden
olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle
önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise
Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak
Cennet'ten başka bir Cennet'tir. (Râzî, Mefâtîhu'lGayb, I, 454)
Hz.
Âdem'in oturduğu Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olması veya bundan
başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve
Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse
bilemediğine göre, şu Cennet'tir veya bu Cennet'tir diye kestirip
atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lâzımdır. Nitekim selefi salihîn
ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Râzî,
Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455)
Fakat biz burada hemen şunu
kaydedelim: Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği Cennet'in mükâfat yurdu
olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet'e
girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak
girmekle mûkîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed
(s.a.s.) mi'rac gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Âdem'in
Cennet'ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.
Hz. Âdem'in Peygamberliği
Hz.
Âdem ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamber*dir. Hz. Âdem
yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah insan nesillerinin hepsini
onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ
sûresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: "Ey insanlar!
Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini
(Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip
yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (en-Nisâ, 4/2) Bir hadîs-i
şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah'u Teâlâ
Âdem'i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan
yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına
göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir
renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü,
bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi
Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.
Allah, insanı
nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde
yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden
ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı
bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği
olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak
ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşad edecek
peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle,
insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını
tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını
öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap
terazileri ağır gelenler Cennet'e girecektir. Bunları kendilerine
öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara
peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allahü Teâlâ'nın doğrudan doğruya
vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.
Hz. Âdem'in
peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an
ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu.
Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla
olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki
oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının
kabul olunduğunun bildirilmesi (el-Mâide, 5/27) Hz. Âdem'e vahiy ile
bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin
anlatılması için "Istafâ" (Âli İmrân, 3/33) kelimesi ile "İctebâ"
(Tâhâ, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur'an'da diğer peygamberler
için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak kelimeler
kullanılıyor. (el-A'râf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd,
38/47; en-Nahl, 16/121; Âli İmrân, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En'âm, 6/87;
eş-Şûrâ, 42/13; el-Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Âdem de peygamberdir. Hz.
Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu
Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize
'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda,
Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah o,
Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet o mükellem
bir Nebî(Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi."
dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)
Diğer bir hadîste de Kıyamet
gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak, Hz.
Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî,
II, 202) Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak
etmişlerdir. (Teftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71;
Aliyyü'lKârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 101)
Hz. Âdem'in
evlâdları onun irşâdı* ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve
manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris
el-Havlânî'nin, Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber
(s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.
(Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usûsuhâ, II,
260)
İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin
izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli
sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin
başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra
yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan
ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu
ayet bu hakikati ifade eder: "İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar
ihtilâf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak
peygamberler gönderdi..." (el-Bakara, 2/213)
Yukarıda
gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan
doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan
tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden
gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli
hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi
yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu
nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul
ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun
aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör
kanunları gibi.
Tekâmül nazariyesi bilim ve akıl nazarında
muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün
tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir
eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak
üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de
akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar
arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider.
Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir
makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı
başında olan bir âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.
Madde
âtıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet
prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü,
düzen ve nizâmı yoktur (ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı
ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makina sistemiyle
kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ
nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her
şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit
bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından
güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi
imkânsızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir
canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya
en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi
kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir
edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak
yapamaz. Çünkü âtıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin
yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden
bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı
olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir
elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse,
kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında
dağılıp gider.
Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün
olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice
sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri
(neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri
olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi,
nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina
sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde
hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu
vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can,
canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir
etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen
manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için
mutlaka şu şartlar gereklidir:
1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.
2-
Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da
kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır.
Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu
enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve
çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci
kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin
düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü
şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya
elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli
ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler
ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve
saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve
idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen
insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka
akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin
yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o
akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen,
hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan
ve bunlara canı veren Allah'tır.
İnsanla hayvan arasında
mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır.
Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği
ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre tekâmül nazariyesi (Darwinizm)* muhaldir (imkânsızdır).
Darwinizme
inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek meydana
gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?"
(et-Tûr, 52/32)
Kaynak : Muhittin BAĞÇECİ