Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    ÂDEM ALEYHİSSELÂM (2)

    FIRTINA
    FIRTINA
    Moderatör


    Mesaj Sayısı : 3752
    Doğum tarihi : 09/08/69
    Kayıt tarihi : 08/12/09
    Tecrübe Puanı : 24
    Yaş : 55
    Ülke : Almanya

    ÂDEM ALEYHİSSELÂM (2) Empty ÂDEM ALEYHİSSELÂM (2)

    Mesaj tarafından FIRTINA C.tesi Ara. 19, 2009 1:30 am

    a)
    "Cenâb-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine
    yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin
    için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada
    (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip
    çıkarılacaksınız." (el-A'râf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu
    ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak
    zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır
    ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve
    Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan,
    inişten söz etmek mümkün olmazdı.

    b) Tâhâ suresi 118-119'uncu
    âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in anlatılan vasıfları, yani
    acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve
    mükâfat yurdu olarak mü'minlere va'd edilen cennet'e aid niteliklerdir.
    Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in
    iskân edildiği Cennet, ahirette müminlere va'dedilen Cennet'tir.

    c)
    Bu "Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-ı ta'rîf) umûm (istiğrak)
    için değil, ahid içindir. Bu elif lâm, umûm ifâde ederse Cennetlerin
    hepsi manasına gelir. Hâlbuki Hz. Âdem'in bütün Cennetlere (bahçelere)
    yerleşmesi imkânsızdır. Öyle ise bu Cennet'in manasını müslümanlar
    arasında bilinen ve dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan Cennet'e
    hamletmek gereklidir. (Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 233; Razı,
    Mefâtîhu'l-Gayb, I, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı
    Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.)

    d) Yine bazı haberlere göre:
    Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek
    Hz. Âdem'i Cennet'te yaratmıştır. (İbn Kesîr,
    Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, I, 132.) Hz. Âdem ile Hz. Musa'nın
    ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun meâlini yukarıda verdik)
    de bu Cennet'in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.

    Ebu'l-Kasım
    el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî de "Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet,
    bahçe manasına olup bu dünyadadır" derler. Bu zatlar ayette geçen
    "ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar
    veriyorlar. " İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara,
    2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Âdem'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada
    olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:

    1) Eğer Hz.
    Âdem'in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan Cennet
    olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Âdem de ebedî
    kalınacak Cennet'te olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu
    ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan
    olacağınız için yasak etti." (el-A'râf, 7/20) diyerek aldatamazdı.

    2)
    Yüce Allah'ın "Onlar (Cennet'te olanlar) oradan çıkarılacaklar da
    değildir." (el-Hicr, 15/48) sözünün dalâletiyle Cennet'e giren bir daha
    oradan çıkmaz.

    3) İblis, Hz. Âdem için secde etmekten
    kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazâb ve lânetine uğramış ve kâfir
    olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet'e giremez.

    4) Ahirette
    müminlere va'd edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin
    içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi
    faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem'e
    bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.

    5) Allahü Teâlâ "Yeryüzünde
    bir halife yaratacağım..." (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz.
    Âdem'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini
    zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden
    olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle
    önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise
    Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak
    Cennet'ten başka bir Cennet'tir. (Râzî, Mefâtîhu'lGayb, I, 454)

    Hz.
    Âdem'in oturduğu Cennet'in mükâfat yurdu olan Cennet olması veya bundan
    başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve
    Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse
    bilemediğine göre, şu Cennet'tir veya bu Cennet'tir diye kestirip
    atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lâzımdır. Nitekim selefi salihîn
    ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Râzî,
    Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455)

    Fakat biz burada hemen şunu
    kaydedelim: Hz. Âdem ve eşinin iskân edildiği Cennet'in mükâfat yurdu
    olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet'e
    girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak
    girmekle mûkîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed
    (s.a.s.) mi'rac gecesi Cennet'e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Âdem'in
    Cennet'ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.

    Hz. Âdem'in Peygamberliği

    Hz.
    Âdem ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamber*dir. Hz. Âdem
    yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah insan nesillerinin hepsini
    onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ
    sûresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: "Ey insanlar!
    Sizi tek bir candan (Adem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini
    (Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip
    yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (en-Nisâ, 4/2) Bir hadîs-i
    şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Allah'u Teâlâ
    Âdem'i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan
    yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına
    göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir
    renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü,
    bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi
    Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.

    Allah, insanı
    nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde
    yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden
    ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı
    bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği
    olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak
    ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşad edecek
    peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle,
    insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını
    tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını
    öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap
    terazileri ağır gelenler Cennet'e girecektir. Bunları kendilerine
    öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara
    peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allahü Teâlâ'nın doğrudan doğruya
    vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.

    Hz. Âdem'in
    peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an
    ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu.
    Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla
    olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki
    oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının
    kabul olunduğunun bildirilmesi (el-Mâide, 5/27) Hz. Âdem'e vahiy ile
    bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin
    anlatılması için "Istafâ" (Âli İmrân, 3/33) kelimesi ile "İctebâ"
    (Tâhâ, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur'an'da diğer peygamberler
    için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak kelimeler
    kullanılıyor. (el-A'râf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd,
    38/47; en-Nahl, 16/121; Âli İmrân, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En'âm, 6/87;
    eş-Şûrâ, 42/13; el-Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Âdem de peygamberdir. Hz.
    Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu
    Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize
    'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda,
    Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah o,
    Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet o mükellem
    bir Nebî(Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi."
    dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)

    Diğer bir hadîste de Kıyamet
    gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak, Hz.
    Resulullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî,
    II, 202) Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak
    etmişlerdir. (Teftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71;
    Aliyyü'lKârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 101)

    Hz. Âdem'in
    evlâdları onun irşâdı* ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve
    manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris
    el-Havlânî'nin, Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber
    (s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.
    (Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usûsuhâ, II,
    260)

    İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin
    izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli
    sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin
    başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra
    yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan
    ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu
    ayet bu hakikati ifade eder: "İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar
    ihtilâf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak
    peygamberler gönderdi..." (el-Bakara, 2/213)

    Yukarıda
    gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan
    doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan
    tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden
    gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli
    hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi
    yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu
    nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul
    ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun
    aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör
    kanunları gibi.

    Tekâmül nazariyesi bilim ve akıl nazarında
    muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün
    tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir
    eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak
    üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de
    akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar
    arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider.
    Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir
    makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı
    başında olan bir âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.

    Madde
    âtıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet
    prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü,
    düzen ve nizâmı yoktur (ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı
    ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makina sistemiyle
    kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ
    nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her
    şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit
    bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından
    güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi
    imkânsızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir
    canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya
    en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi
    kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir
    edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak
    yapamaz. Çünkü âtıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin
    yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden
    bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı
    olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir
    elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse,
    kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında
    dağılıp gider.

    Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün
    olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice
    sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri
    (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri
    olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi,
    nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina
    sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde
    hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu
    vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can,
    canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir
    etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen
    manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için
    mutlaka şu şartlar gereklidir:

    1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.

    2-
    Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da
    kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır.
    Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

    3- Bu
    enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve
    çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci
    kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin
    düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü
    şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya
    elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli
    ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler
    ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve
    saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve
    idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen
    insan dahi ona canı veremez.

    4- Canlı bir sistemin mutlaka
    akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin
    yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o
    akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen,
    hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan
    ve bunlara canı veren Allah'tır.

    İnsanla hayvan arasında
    mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır.
    Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği
    ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.

    Buna göre tekâmül nazariyesi (Darwinizm)* muhaldir (imkânsızdır).

    Darwinizme
    inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek meydana
    gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?"
    (et-Tûr, 52/32)

    Kaynak : Muhittin BAĞÇECİ

      Forum Saati Cuma Kas. 22, 2024 9:57 pm