Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Kur'an Ve insan

    avatar
    Misafir
    Misafir


    Kur'an Ve insan Empty Kur'an Ve insan

    Mesaj tarafından Misafir Paz Ocak 10, 2010 8:14 am

    Kur’an ve İnsan

    İnsan hakkında konuşmak zenginliği çeşitliliği ve tezatlarıyla kıyamete kadar devam edecek gibi görünüyor. Bu konuşma tüketilebilecek bir konuşma değil Konunun zorluğundan mı ya da konunun muğlaklığından mı veya isin nizamının böyle kurulmasından mıdır bilinmez. Hangisi olursa olsun yine netice isin nizamının böyle kurulmasına gelip dayanıyor. Kur’an-ı Kerim’i dikkatlice okursak; onun pek çok farklı konuşma ve söylemlere ipucu verdiğini görmekteyiz O yüzden de Islâm kültüründe fıtratı bozmamak ve fıtrat çizgisinden ayrılmamak kaydıyla herhâlde 40 50 ya da 100 çeşit konuşma söylem vardır. Bunların blok
    hâlinde olanları vardır.

    Meselâ insana ilişkin bir kelâm söylemi veya bir Ibn Sina ve Farabî söylemi vardır. Ibn Sina ve Farabî söylemi bir Ibn Arabî söyleminden oldukça farklıdır. Ama yine de dikkatle teemmülle tefekkürle
    dinlerseniz orada Müslüman insanı tanırsınız. Ama yine de insan denen zengin varlığın birtakım özelliklerinin her söylemde merkeze çekilerek bir söylem insasının yapıldığını fark edersiniz. Bu yanlış değildir Bu bir zenginlik getiriyor. Meselâ Ibn Arabî daha kozmik plânda daha nefesten başlayan ve gidebildiği yere kadar giden bir söylem stratejisiyle hareket ediyor Ama kelâmcı belki daha akıl merkezli ondan uzaklaşmanın kendisine hep korku
    getireceği düşüncesiyle hareket ediyor. Ağzından çıkan her sözün acaba manası var mı? gibi. O mana çok farklı zaten. Sufî de aynı şeyi söylüyor.

    Acaba bir manası var mı? İkisinin mana dediklerinin manaları birbiriyle tam olarak aynı manada değil. O bakımdan bunların hepsini bir zenginlik olarak görmek lâzım Bunları bir kategorileştirme içinde küfre gitti mi gitmedi mi ölçüsü içinde

    almanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. Yine dediğim gibi o fıtrî çizginin tehlikeye sokulduğu her yerde eleştirinin sadece entelektüel bir vazife değil aynı zamanda İslâmî bir vecibe olduğu telâkkisi içinde de bunu söylüyorum
    Aslında Kur’an’ın tarihi bir bakıma insanın tarihidir. Kur’an’ın başlaması insan ile ilgili bir başlamadır. Bu bildiğimiz kitap anlamındaki Kur’an ile baslıyordan daha zengin bir mana ifade ediyor.

    Yani Kur’an-ı Kerim tarihini insanla başlatıyor. İkra bismi rabbikellezî halak halakal-insâne min alak ilk cümle ve insan! İnsanın ontolojik durumu insanın varlık bağlantıları zaten

    ilk inen ayette göz önüne seriliyor. Nasıl bir varlık? Mutlaka bir insa ameliyesine tâbi tutulması gereken bir varlık. O bakımdan insan hayatı bütünüyle insanlık hayatı için çok manidardır. Kusurlu insan realitesinden
    kişiliğin entegral olarak tevhidî bir perspektise yeniden kurulması çabasıyla Kur’an insan gerçeğini ortaya koyuyor. Belki vahiy tarihinin bütünü aslında bir restorasyon tarihidir. İnsan bu çizgiyi devam ettiremiyor. O fıtrîliği fıtratıprimordial varlık konumunu devam ettiremiyor. Yüzlerce binlerce sebepten dolayı devam ettiremiyor. Bütün ana sebepleri de zaten Kur’an sayıyor. İnsan o fıtrî
    çizgiden nasıl ayrılır nasıl sapar? Bir bakıma vahiy tarihi insanı o fıtrî çizgiye getirme tarihidir. İnsan o çizgiden ayrılıyor Peygamber gelip insanı o fıtrî çizgiye çekiyor. Yaratan öyle yaratmış.

    Buna rağmen bazı şeyler araya giriyor ve o fıtrî çizgiden uzak veya yakın sapmalar olabiliyor. Sonra is tahammülü asacak bir noktaya gelince vahiy yeniden müdahil bir kudret olarak giriyor ve hayat böyle devam ediyor. Nereye kadar? “Artık bu vahiyle âdem ol!” denme çizgisine gelinceye kadar devam ediyor. Kur’an’ın durduğu nokta da o noktadır. Muhammed İkbal’in deyimiyle: “Aklın var epeyce gelişti fikrin var

    epeyce gelişti bilgin var epeyce gelişti. Elinde son vahiy var Kur’an var adam ol kendine gel isi yürüt yeni bir vahye ihtiyacın yok.” O bakımdan Muhammed İkbal Vahiy müessesesi Kur’an ile kendi kendini lağv etmiştir
    diyor. Aslında lağvetme geriye giden bir ortadan kaldırma anlamında değil müessese olarak yeter artık anasındadır! Bu yönüyle bir bakıma vahiy sadece ilâhî bir müdahale olarak fıtrata çekme değil; insan denen varlığın var oluş
    şartlarının bir kemale doğru seyridir bir ilerlemedir. Aklın tefekkürün öteki varoluş şartlarının bir olgunlaşma süreci içinde devam etmesidir. Kur’an’ın getirdiği restorasyonda ne var? Evvelâ iç tevhidin idraki var. Önce idrak. Olmadan önce bilme olma ile bilme ve bilme ile olma. Kur’an perspektifinde bunlar sadece anlaşılmak için tefrik edilir. Var olma anlamında bunların hepsi
    aynı hakikatin muhtelif veçheleridir.

    İnsan bilerek olur olarak bilir bilme ile olma arasında sürekli bir varoluş geçisi vardır. Amerikan felsefesinin özellikle son döneminde olumlu manada pragmatizm yani yasayarak öğrenme ve öğrenerek yasama perspektifi esasında Kur’anî bir perspektiftir. Bu perspektif iç tevhidi gerçekleştirir. İç tevhidin manası; varoluş şartlarının birbirlerini

    yok edecek şekilde kullanılması değil o şartların birbirlerini destekleyerek sonunda iç tevhidi gerçekleştirecek bir mana ve delâlet içinde kullanılmasıdır. Akıl olacak duygu olacak öteki var oluş şartları da olacak ama bunlar birbirlerini yıkacak ya da birbirlerinin önünü kesecek şekilde değil; sonunda
    muvahhidi yani tevhidin insanını var kılacak; iç tevhidi sağlamış bir insan olarak onu ortaya koyacak bir programdır. Bu bir projedir. Akıl orada duyguyla
    kavgalı değil duygu orada aklı tatile göndermiyor. İç tevhidin manası budur. Ancak bu ahlâk “men Arefe nefsehu” ile bilinebiliyor. Bulunduğu konumu bilebilme durumunda olan insanın durabilme (imkânı) yoktur. Çünkü o durabilme o bilebilme onun hem geçmişini gösteriyor hem de geleceği onun önünde açıyor. Bu geleceğinin nihayetinde kemalin değerin ve varlığın kaynağı olan Varlık vardır. Değerin ve varlığın kaynağı olan Varlık.

    O varlık Değerin kaynağı
    olarak gözünün önünde olduğu için insan entegral kişiliği tevhid projesini gerçekleştirdiği süreç içinde bulunduğu noktayı korkulacak ölçüde karanlık görür. Yani hiçbir zaman “aman bu nokta ne kadar iyiymiş ben oldum ben
    bittim” diyemez. Çünkü o olma bitme seklinde tanımlanamaz. O olma hiç bitmez. Çünkü olmanın hedefinde “tehallaku bi ahlâkillah” var. Ilâhî sıfatlarla donanma
    beşerî kudret ölçüsü içerisinde ilâhî özelliklerle donanma gibi bir hedefe gözünü dikmiş bir muvahhit bir mümin bulunduğu noktayla iktifa etmez. Hep o yolda olmak zorundadır. Hep o yolda olmak; bu fakir kardeşinizin yorumu eğer yanlış değilse o yolda olma ahirette de devam edecektir. Onun için ahiret hayatı; bu kadar huri Su kadar ırmak ve meyve vs. degildir. Çünkü insan tecelli
    ile muhatap olduğuna ve tecellinin kaynağı da Rabbu’lâlemîn olduğuna göre o tecelli de ne burada ne de orada tüketilemeyeceğine göre tecelli karsısında
    oluşan beserî tecrübe de bir durma noktasına gelemez. Onun için ahiret hayatı sürekli mutluluk hayatıdır. Bu mutluluk maddî ölçüler içinde degil o tecellinin idrakidir. Tecelli kaynağı sınırsız olduğuna göre insan her tecellide biraz daha tecrübe kazanır. Gazalî’nin kullandığı anlamda tecrübe yani hem bilme hem de yasama anlamında tecrübe artısı olacak. Ama bu artışla

    daha fazla tecelli talebinde bulunacak ve o talebe mukabelede bulunacak. Çünkü Kur’an diliyle söylenecek olursa Varlığın ve değerin kaynağı vaad ediyor: Işte
    vereyim diyor. Mukabele edeyim diyor. Orası da öyle devam edip gidecek. O hâlde bu tevhid evvelâ var oluşsal şartların bir birlikteliğidir. Ve insanlığın bugün
    bu otonom varlığa ihtiyacı vardır. Bugün dünyada Kur’an’ın anlattıgı bu bütüncül kişilik yok hayat planında; Islâm dünyasında da yok ona yaklaşmış olan da yok. İnsanlığın tarihini bilerek söylemiyorum tek tek bireysel durumunu
    bilerek söylemiyorum.

    Her hâlükârda bugün insanlık böyle bir entegral böyle bir iç tevhidi gerçekleştirmiş insanın var olması iştiyakının ne yazık ki pesinde dahi değil. Neredeyse bu entegral insan bu evhid adamı unutulmuş gibidir. Bölük pörçüktük tamlık manasına gelmiş. O bölük pörçüklüğün epistemolojisi yapılmış ve çok defa insan ya ondan ibaretmiş gibi görülmüş ya da yeter artık

    fazla yol alamıyor gibi bir umutsuzluk ve kötümserlik içerisinde. Nietzsche’ye Sartre’a bakarsanız “bu berbat varlık ancak bu kadar olur diye düşünürsünüz. Bu iç tevhidi gerçekleştirmiş insanın dışa yönelik tevhid macerasını anlamak artık hiç de zor değildir. Bu insan hayatı ölümle birlikte düşünen insandır. Hatta
    ölümü hayatla birlikte düşünen insan dersek daha doğru olur. Çünkü Kur’an “halaka’l-mevte ve’l-hayâte” diye başlıyor. Ölümü önce zikrediyor. Tevhidi gerçekleştirmiş insan; ölümlü olduğunun idrakini her an teemmül ve tezekkür
    ederek yasayan dünyaya öyle bakan ve öyle değerlendiren yaptığı is ne olursa olsun o anda ölümlü olduğunun bilinci içinde olan insandır. Bu çok mu önemli? Gençlerin deyimiyle “felaket önemli” dir. Ölüm ile birlikte yasamayı ölümle birlikte varlığı düşünmek en büyük özgürlük yollarından biridir. İste şurada ölüm. O hâlde eğilmenin bükülmenin makam ve mevkiin kudreti altında ezilmenin onları bir şey zannetmenin gereği yok. Ölüm ile birlikte yasamak en azından bizim kültürümüzde bu kültürün çok iyi

    işlendiği tasavvuf çerçevesinde
    bakıldığında bir özgürlüktür. Entegral kişilik ile entegrist kişiliğin karıştırılmaması lâzım ikisi de Fransızca kelime. Entegrist fundamentalist dedikleri köktenci o bir yere saplanıp insan varlığını ondan ibaret gören varlıktır. O bir tek köke sarılıyor ve ondan ibaret sanıyor. Benim dediğim o bütüncül insan tevhidi gerçekleştiren insandır. Hayata da öyle bakan insandır.
    Bunun yanında hayat onun için âdeta öteki varlıklarla birlikte kollektif yaşanan bir macera oluyor. O zaman dışta gördüğümüz dünya “âyât” oluyor. Bu Kur’an-ı Kerim’in tarifidir. Demin anlattıklarım “enfüs” oluyor. Bu Allah’ın
    bize verdiği en büyük hazinedir bilgidir; tefekkür teemmül hazinesidir. Enfüs ile âfâk felsefî bir tabir kullanayım alternettir. Sürekli Elektrik akımı gibi
    devamlı gidip gelir.

    Biraz nefsim dursun da dış dünya ile âfâk (âyât) ile meşgul olayım diye bir şey yok tecrübede. Onlar hep birlikte olup-bitiyor. Onun için enfüs tecrübesi zaten aynı zamanda bir anlamda âfâk tecrübesidir. O yüzden
    Kur’an-ı Kerim’de Rabbena mâ-halakte hâzâ bâtılâ.” ‘bütün bunları anlamsız değersiz olarak var kılmış değilsin’ kararı anında insanın kendi kendisine de söylediği bir karardır. Çünkü Rabbine söylediği aslında kendisine söylediğidir Rabbim! Bunları boşuna yaratmadın anlamsız ve değersiz olarak yaratmadın ifadesi nefse dönen epistemik bir eylemdir.

    Aslında bir hayat bir varlıklar
    dünyası içinde yasıyor; hakikaten o tevhid hızla gerçekleşiyor. İnsan bütünüyle bizim meçhulümüz değildir. Olsaydı o zaman fıtratın bir manası olmaz. Biz onu
    tanırız ama o tanıma çok farklı şekillerde hem tecrübe hem de dil olarak karsımıza çıkıyor. Bu bakımdan o zenginliği görmek ama o zenginlik içinde sanki insanın merkezi yokmuş gibi düşünmek yanlış olur O zenginlik de var ama merkez
    de var Onun için de üsve-i hasene’ vardır Biz eğer görecek tanıyacak durumda değil isek o fıtrat üstündeki insanı fi rasulillahi usvetun hasenetun”u anlamamız zor olurdu. Dolayısıyla insan varlığı insan kişiliği dediğiniz şey insanın kendi hayatını evvelâ yine bir dünya ve ahiret vahdeti içinde görme bilâhare bütün bunları yine var oluşsal olarak ilişkili bulunduğu bütün âlemle birlikte mütalaa edebilme anlayabilme idrak edebilme ve öylece yasayabilmedir.

      Forum Saati C.tesi Kas. 23, 2024 8:54 am