Maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî pek çok
faydaları bulunan namaz gibi ulvî bir ibâdet ve küllî bir hayıra, bâzı
Müslümanların bir takım bahâneler ileri sürerek yaklaşmadıkları, ihmâl
ve lâkayıtlık gösterdikleri görülmektedir.
İleri sürülen başlıca sebeb ve bahâneler şunlardır:
1
- Namazın, sadece ihtiyarlayınca yapılacak bir vazife olduğu; gençliğin
dünyaya çalışmak, ihtiyarlığın ise âhirete yönelmek çağı bulunduğu
düşüncesi,
2 - Dünyevî meşguliyetlerin çokluğunun namaza vakit bırakmadığı fikri,
3 - Günde 5 vakit namaz kılmanın, bitmediğinden insana usanç ve bıkkınlık vereceği anlayışı...
Aslında
bu fikir ve düşünceler, sağlam bir temele dayanmayan, sadece ve sadece
nefsin tenbelliğinden ve Şeytan'ın telkin ve vesveselerinden ileri
gelen esassız bahanelerdir. Şimdi, bu bahaneleri sıra ile ele alalım:
1
- Namazın ihtiyarlıkta yapılacak bir meşguliyet olarak görülmesi,
insanları namaz kılmaktan alıkoyan yaygın bir düşüncedir, fakat son
derece yanlıştır. Zira her şeyden önce namaz, çocukluktan çıkıp
erginlik çağına girdiği andan itibaren, ölünceye kadar insan üzerine
farzdır. Bu farziyetin gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık halleriyle
bir ilgisi yoktur. Kılınmayan her vakit namazı, kulun boynunda borç
olarak kalır. Âhirette azâba çarpılmamak için, ölmeden evvel bu borçtan
kurtulmak, kılınamayan namazları kaza etmek şarttır.
Gençliğinde
namaz kılmayıp ihtiyarlığında kılmaya başlayan kimsenin, pek çok namaz
yükü, ibâdet borcu bulunuyor demektir. İhtiyar hâlinde bütün o borçları
kaza etmeye ne derece muvaffak olacağı ise şübhelidir. Kazâ etse bile,
yine de tamamen kurtulmuş olmayacak; namazlarını vaktinde kılmamanın
mes'uliyetini üzerinde taşımaya devam edecektir.
Demek namaza ihtiyarlıkta başlamak düşüncesi, nefsin bir oyunundan, Şeytan'ın bir hilesinden başka bir şey değildir...
Diğer
taraftan insanın ihtiyarlık vaktine kadar yaşayacağına dair elinde
hiçbir garantisi de yoktur. Her vakit ölüm gelip kapısını çalabilir,
hayatını sona erdirebilir. İnsanın yarına bile sağ çıkacağına dair,
hiçbir senedi, güvencesi bulunmamaktadır.
Binaenaleyh, namazları
ihtiyarlayınca kılma düşüncesi, bu bakımdan da boş bir hayal, temelsiz
bir fikirdir. Kaldı ki gençlikte kılınan namazlar ile ihtiyarlıkta
kılınanlar, hiçbir zaman bir olmaz. İnsanın bütün duygu ve hisleri ile
dünyaya bağlı olduğu gençlik yıllarında nefsiyle mücadele ederek
yaptığı ibâdetler, Allah katında son derece kıymetli ve değerlidir.
İhtiyarlık halinde ise, insanın dünyaya meyli zaten kalmamış, ölümü
daha yakından hissetmeye başlamıştır. Denebilir ki, nefsi bile artık
namaz ve ibadete razı olur duruma girmiştir. Böyle bir psikolojik hâl
içinde yapılan ibâdet, elbette gençken, nefsin kötü his ve duyguları
ile mücadele ederek yapılan ibâdete denk olamaz. Bunun içindir ki
Peygamberimiz, genç iken yapılan ibâdetin ihtiyarlıkta yapılandan daha
makbûl olduğuna, bir hadîs-i şerîflerinde işaret buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"En
hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak
gençlik hevesatına esîr olmayıp gaflette boğulmayandır."
Görüldüğü
gibi gençlerin de ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp âhiretlerine ciddî
çalışmaları, namaz ve diğer ibâdetleri eksiksiz yerine getirmeleri
gerekmektedir.
2. Dünya meşguliyetlerinin çokluğunun ise, namaz
kılmaya mâni olucu tarafı yoktur. Zira Cenâb-ı Hak her gün bize 24
saatlik bir hayatı vermiştir. Bizden buna mukabil bir saatlik bir
zamanı, kendine ibâdet için istemektedir. Evet, beş vakit namaz,
abdestler de dahil, insanın en fazla bir saatini işgal eder. Yirmi dört
saatin 23 saatini dünyaya sarfederken, bir saatini de, yine kendimizin
hem dünya, hem de âhiret saadetimize vesile olan namazın edâsı için
harcamamak hangi mantık ve hangi akılla bağdaşabilir? En basit, boş ve
mâlâyâni ihtiyaçlara vakit ayrılırken böyle en ulvî bir ibadeti
yapmamaya "zamanın yokluğunu" gerekçe göstermek, ancak ve ancak nefis
ve şeytanın telkinlerine boyun eğmektir.
3. Namazın, her gün
tekrarlandığından bıktırıcı ve usandırıcı olduğu düşüncesine gelince,
bu da nefsin tenbelliğinin bir bahanesidir. Zira her gün yemek yiyip su
içen insan, bunların tekrarından usanmıyor, bil'akis lezzet duyuyor.
Binaenaleyh ruhun gıdası, kalbin âb-ı hâyâtı olan namazın tekrarından
da, ruhu ölmemiş, kalbi sönmemiş bir insanın usanması söz konusu olamaz.
Şeytan
bu kabil menfî telkinleri daha çok namaza yeni başlama durumunda
olanlara yapmaktadır. Namaza devam edip onun mânevî feyiz ve bereketine
mazhar olanlar, bu gibi bahanelerin yersizliğini zâten idrâk
etmişlerdir.
Meşhurdur, adamın biri oğluna:
"Evlâdım, kırk gün namaz kıl, bak, bir daha bırakabilecek misin?" demiş. Oğlu da babasına:
"Baba, sen de kırk gün kılma, bak, bir daha başlayabilecek misin?" diye cevab vermiş.
Demek
ki, bu gibi esassız bahaneler, hep nefis ve şeytan'ın telkin ve
desiselerinden ibarettir. Nefisle devamlı mücadele ederek insanın bu
telkinleri yenmesi gerektir. Aksi takdirde bir su gibi elden akıp giden
ömür sermayesi, bir rüzgâr gibi uçup giden hayat nimeti; hüsranla ve
imtihanı kaybetmiş olmanın ızdırabiyle neticelenir.
Kur'an'da
birçok yerde kat'î emredilen namazı mutlaka edâ etmemiz, elde olmayan
sebeblerle kılamamışsak mutlaka kaza etmemiz gerektir. Böylece en mühim
bir kulluk borcumuzu ve insanlık vecibemizi yerine getirmiş, mânevî
mes'uliyetten kurtulmuş oluruz.
Cenâb-ı Hak hepimize bu küllî hayrı yerine getirmekte sebat, devam ve irâde kuvveti versin. Âmin!.
faydaları bulunan namaz gibi ulvî bir ibâdet ve küllî bir hayıra, bâzı
Müslümanların bir takım bahâneler ileri sürerek yaklaşmadıkları, ihmâl
ve lâkayıtlık gösterdikleri görülmektedir.
İleri sürülen başlıca sebeb ve bahâneler şunlardır:
1
- Namazın, sadece ihtiyarlayınca yapılacak bir vazife olduğu; gençliğin
dünyaya çalışmak, ihtiyarlığın ise âhirete yönelmek çağı bulunduğu
düşüncesi,
2 - Dünyevî meşguliyetlerin çokluğunun namaza vakit bırakmadığı fikri,
3 - Günde 5 vakit namaz kılmanın, bitmediğinden insana usanç ve bıkkınlık vereceği anlayışı...
Aslında
bu fikir ve düşünceler, sağlam bir temele dayanmayan, sadece ve sadece
nefsin tenbelliğinden ve Şeytan'ın telkin ve vesveselerinden ileri
gelen esassız bahanelerdir. Şimdi, bu bahaneleri sıra ile ele alalım:
1
- Namazın ihtiyarlıkta yapılacak bir meşguliyet olarak görülmesi,
insanları namaz kılmaktan alıkoyan yaygın bir düşüncedir, fakat son
derece yanlıştır. Zira her şeyden önce namaz, çocukluktan çıkıp
erginlik çağına girdiği andan itibaren, ölünceye kadar insan üzerine
farzdır. Bu farziyetin gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık halleriyle
bir ilgisi yoktur. Kılınmayan her vakit namazı, kulun boynunda borç
olarak kalır. Âhirette azâba çarpılmamak için, ölmeden evvel bu borçtan
kurtulmak, kılınamayan namazları kaza etmek şarttır.
Gençliğinde
namaz kılmayıp ihtiyarlığında kılmaya başlayan kimsenin, pek çok namaz
yükü, ibâdet borcu bulunuyor demektir. İhtiyar hâlinde bütün o borçları
kaza etmeye ne derece muvaffak olacağı ise şübhelidir. Kazâ etse bile,
yine de tamamen kurtulmuş olmayacak; namazlarını vaktinde kılmamanın
mes'uliyetini üzerinde taşımaya devam edecektir.
Demek namaza ihtiyarlıkta başlamak düşüncesi, nefsin bir oyunundan, Şeytan'ın bir hilesinden başka bir şey değildir...
Diğer
taraftan insanın ihtiyarlık vaktine kadar yaşayacağına dair elinde
hiçbir garantisi de yoktur. Her vakit ölüm gelip kapısını çalabilir,
hayatını sona erdirebilir. İnsanın yarına bile sağ çıkacağına dair,
hiçbir senedi, güvencesi bulunmamaktadır.
Binaenaleyh, namazları
ihtiyarlayınca kılma düşüncesi, bu bakımdan da boş bir hayal, temelsiz
bir fikirdir. Kaldı ki gençlikte kılınan namazlar ile ihtiyarlıkta
kılınanlar, hiçbir zaman bir olmaz. İnsanın bütün duygu ve hisleri ile
dünyaya bağlı olduğu gençlik yıllarında nefsiyle mücadele ederek
yaptığı ibâdetler, Allah katında son derece kıymetli ve değerlidir.
İhtiyarlık halinde ise, insanın dünyaya meyli zaten kalmamış, ölümü
daha yakından hissetmeye başlamıştır. Denebilir ki, nefsi bile artık
namaz ve ibadete razı olur duruma girmiştir. Böyle bir psikolojik hâl
içinde yapılan ibâdet, elbette gençken, nefsin kötü his ve duyguları
ile mücadele ederek yapılan ibâdete denk olamaz. Bunun içindir ki
Peygamberimiz, genç iken yapılan ibâdetin ihtiyarlıkta yapılandan daha
makbûl olduğuna, bir hadîs-i şerîflerinde işaret buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"En
hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak
gençlik hevesatına esîr olmayıp gaflette boğulmayandır."
Görüldüğü
gibi gençlerin de ihtiyarlar gibi ölümü düşünüp âhiretlerine ciddî
çalışmaları, namaz ve diğer ibâdetleri eksiksiz yerine getirmeleri
gerekmektedir.
2. Dünya meşguliyetlerinin çokluğunun ise, namaz
kılmaya mâni olucu tarafı yoktur. Zira Cenâb-ı Hak her gün bize 24
saatlik bir hayatı vermiştir. Bizden buna mukabil bir saatlik bir
zamanı, kendine ibâdet için istemektedir. Evet, beş vakit namaz,
abdestler de dahil, insanın en fazla bir saatini işgal eder. Yirmi dört
saatin 23 saatini dünyaya sarfederken, bir saatini de, yine kendimizin
hem dünya, hem de âhiret saadetimize vesile olan namazın edâsı için
harcamamak hangi mantık ve hangi akılla bağdaşabilir? En basit, boş ve
mâlâyâni ihtiyaçlara vakit ayrılırken böyle en ulvî bir ibadeti
yapmamaya "zamanın yokluğunu" gerekçe göstermek, ancak ve ancak nefis
ve şeytanın telkinlerine boyun eğmektir.
3. Namazın, her gün
tekrarlandığından bıktırıcı ve usandırıcı olduğu düşüncesine gelince,
bu da nefsin tenbelliğinin bir bahanesidir. Zira her gün yemek yiyip su
içen insan, bunların tekrarından usanmıyor, bil'akis lezzet duyuyor.
Binaenaleyh ruhun gıdası, kalbin âb-ı hâyâtı olan namazın tekrarından
da, ruhu ölmemiş, kalbi sönmemiş bir insanın usanması söz konusu olamaz.
Şeytan
bu kabil menfî telkinleri daha çok namaza yeni başlama durumunda
olanlara yapmaktadır. Namaza devam edip onun mânevî feyiz ve bereketine
mazhar olanlar, bu gibi bahanelerin yersizliğini zâten idrâk
etmişlerdir.
Meşhurdur, adamın biri oğluna:
"Evlâdım, kırk gün namaz kıl, bak, bir daha bırakabilecek misin?" demiş. Oğlu da babasına:
"Baba, sen de kırk gün kılma, bak, bir daha başlayabilecek misin?" diye cevab vermiş.
Demek
ki, bu gibi esassız bahaneler, hep nefis ve şeytan'ın telkin ve
desiselerinden ibarettir. Nefisle devamlı mücadele ederek insanın bu
telkinleri yenmesi gerektir. Aksi takdirde bir su gibi elden akıp giden
ömür sermayesi, bir rüzgâr gibi uçup giden hayat nimeti; hüsranla ve
imtihanı kaybetmiş olmanın ızdırabiyle neticelenir.
Kur'an'da
birçok yerde kat'î emredilen namazı mutlaka edâ etmemiz, elde olmayan
sebeblerle kılamamışsak mutlaka kaza etmemiz gerektir. Böylece en mühim
bir kulluk borcumuzu ve insanlık vecibemizi yerine getirmiş, mânevî
mes'uliyetten kurtulmuş oluruz.
Cenâb-ı Hak hepimize bu küllî hayrı yerine getirmekte sebat, devam ve irâde kuvveti versin. Âmin!.