Son Peygamber
MUHAMMED ALEYHİSSELÂM
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamak üzere Allah Teala tarafından gönderilen peygamberlerin
sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü
Mekke'de doğdu. İslam tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz.
Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu
kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar
ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail
soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasulullah'ın
şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b.
Ha-şim b. Abdümenaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b.
Galib b. Fihr b. Malik b. En-Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b.
İlyas b. Mudar b. Nizar b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in
doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden
dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş
Kabilesinin kollarından Benü Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız
idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek
emzirme adetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine
tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar
da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı.
Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevazin kabilesinin
kollarından Benü Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz.
Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve
sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor;
ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan
Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat
ve belağata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk
yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve
belagatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli
görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün
yapmış Benü Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını
geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilahî risalet görevi için
hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in
kırk yaşından itibaren yürüttüğü İslam'a davet vazifesi, kabul etmek
gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan
mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi layıkıyla
yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak
gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında
Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası
güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkanını bulmuş oluyordu.
Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur.
İleride muhtelif insan kitlelerine muhatap olacak bir peygamberin
şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda
en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber
henüz çocukluğundan itibaren davet faaliyeti için hazırlanıyordu.
Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda
hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi
ile ve bilerek olmayıp, Cenab-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve
murakabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber
Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vuku bulan "Göğsünün
yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şak-ku's-Sadr) olayını da yine davete
hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in
göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak
Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le
yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, ruhen
davete hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne
Halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi
Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi
Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına
alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı
yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı.
Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den
pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Amine aniden rahatsızlandı ve
vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan
çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye
getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük
bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına
bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Haşimoğullarının Mekke'deki
itibarı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlaki
faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem
suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun
Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibar ve itaat
edilen bir reis haline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kabe
duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke
idare meclisi hüviyetini taşıyan Daru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli
problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmutta-ib'in
yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Daru'n-Nedve'de yapılan idareye
ve çeşitli problemlere ait müzakerelerde de dedesinin yanında bulunuyor
ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hakim olduğu Mekke toplumunda
ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idarî, iktisadî, ilmî,
içtimaî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından
görüp idrak ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman
Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı
hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib
vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in
babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti.
Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebû
Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne
kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tabiîdir ki
Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur.
Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de
ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı
rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler
arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Rahib
Bahîra ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında
iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir
kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola
verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib, İslam
kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride
çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine varmıştı.
Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak islam'ın
doğuşunda Hristiyan rühiyatının etkileri olduğunu, Rahib Bahîra'nın
dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru
geliştirerek ileride İslam'ı ortaya attığını iddia ederlerse de,
İslamiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın
temeli olan teslis inancının asla bağdaşamaz bir karakterde oluşu,
İslam'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul
etmesi, bu iddianın ne derece asılsız gülünç olduğunun en açık
delillerindendir.
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha
sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke, dışına yapılan
bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların
farklılık arzeden dinleri, örf ve adetleri, hal ve vaziyetleri hakkında
bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslam'ı
tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre
cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması
olarak değerlendirmek gerekir. Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi,
müstakbel Peygamberi ruhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin
her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlaksızlığından uzak
tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Büvane'ye
çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz.
Muhammed, adet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır
bulundurulan bir puta tapmak için sıraya girdiğinde, henüz kendisine
sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın
haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu
olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her harhangi
bir ısrarda bulunmadılar. Tabiidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk
yıllarından itibaren hayatı boyunca asla hiç bir puta tapmadığı gibi,
onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini
yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına
almaktan hoşlanmadığını belirtmişti. Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu
Talib'e yardırcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle
çobanlık, yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı,
debdebeli, şirkin hakim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı
karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrak gücü gelişerek herşeyin
yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler
koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım
sıkıntı ve meşakkatler O'nu ruhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı
günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek
Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire
inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenab-ı Hakk'ın
kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların
oynandığı, ahlaksızlıkların yapıldığı bu işret alemini seyretmekten
dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme
arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle
bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı. Hz. Peygamber yirmi
yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi arasında Ficar Harbi
vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen
Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları
toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe
gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri,
sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir.
Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak
katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudul
ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz.
Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda
güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zalimlerin
nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü. Yirmibeş yaşında bizzat
kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice
ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in
amcası Ebû Talib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını
sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı
çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm
ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının
peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir.
Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk
oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebu'l-Kasım künyesi verilmişti.
Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tahir adında
iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki
ismin Abdullah'ın lakabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra
doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mariye'dendir. Hz. Peygamber'in
bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice
ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret
yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil
olarak ticaret yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki
dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, adil ve alicenab
davranışları, herkes hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması,
yoksulun, muhtacın elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı
gösterdiği ilgi, ahlakî olgunluk ve ruhî üstünlükleri ile derhal
temayüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği
bir kişi haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn =
güvenilir kişi" lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında
iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l
Esved'in yerine konması meselesinde Mekke Sülaleleri arasında çıkan ve
kanlı bir çatışmaya dönüşme temayülü gösteren anlaşmazlığı herkesi
memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan
güveni daha da artırmıştı. Allah'ın mukaddes evi Kabe'nin tamiri
dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve
heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan
itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum
içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlaksızlıklar, din adına icra
edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in
böylesi cahilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz,
sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi
anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli
zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet
yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini
geçirerek Cenab-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini,
O'nun gücü karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab
Teala'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun
nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, içtimai, ahlakî vs. yönlerden
içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet,
günleri Hz. Peygamber'i ruhi, ahlakî bir olgunluğa götürdüğü gibi
tefekkür ve istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir
yüceliğe de eriştirdi.
MUHAMMED ALEYHİSSELÂM
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamak üzere Allah Teala tarafından gönderilen peygamberlerin
sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü
Mekke'de doğdu. İslam tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz.
Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu
kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar
ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail
soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasulullah'ın
şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b.
Ha-şim b. Abdümenaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b.
Galib b. Fihr b. Malik b. En-Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b.
İlyas b. Mudar b. Nizar b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in
doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden
dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş
Kabilesinin kollarından Benü Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız
idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek
emzirme adetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine
tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar
da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı.
Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevazin kabilesinin
kollarından Benü Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz.
Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve
sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor;
ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan
Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat
ve belağata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk
yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve
belagatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli
görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün
yapmış Benü Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını
geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilahî risalet görevi için
hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in
kırk yaşından itibaren yürüttüğü İslam'a davet vazifesi, kabul etmek
gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan
mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi layıkıyla
yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak
gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında
Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası
güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkanını bulmuş oluyordu.
Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur.
İleride muhtelif insan kitlelerine muhatap olacak bir peygamberin
şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda
en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber
henüz çocukluğundan itibaren davet faaliyeti için hazırlanıyordu.
Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda
hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi
ile ve bilerek olmayıp, Cenab-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve
murakabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber
Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vuku bulan "Göğsünün
yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şak-ku's-Sadr) olayını da yine davete
hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in
göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak
Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le
yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, ruhen
davete hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne
Halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi
Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi
Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına
alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı
yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı.
Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den
pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Amine aniden rahatsızlandı ve
vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan
çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye
getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük
bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına
bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Haşimoğullarının Mekke'deki
itibarı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlaki
faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem
suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun
Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibar ve itaat
edilen bir reis haline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kabe
duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke
idare meclisi hüviyetini taşıyan Daru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli
problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmutta-ib'in
yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Daru'n-Nedve'de yapılan idareye
ve çeşitli problemlere ait müzakerelerde de dedesinin yanında bulunuyor
ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hakim olduğu Mekke toplumunda
ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idarî, iktisadî, ilmî,
içtimaî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından
görüp idrak ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman
Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı
hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib
vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in
babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti.
Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebû
Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne
kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tabiîdir ki
Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur.
Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de
ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı
rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler
arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Rahib
Bahîra ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında
iken amcası Ebû Talib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir
kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola
verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahîra adlı rahib, İslam
kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride
çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanaatine varmıştı.
Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak islam'ın
doğuşunda Hristiyan rühiyatının etkileri olduğunu, Rahib Bahîra'nın
dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru
geliştirerek ileride İslam'ı ortaya attığını iddia ederlerse de,
İslamiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın
temeli olan teslis inancının asla bağdaşamaz bir karakterde oluşu,
İslam'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul
etmesi, bu iddianın ne derece asılsız gülünç olduğunun en açık
delillerindendir.
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha
sonraki, yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke, dışına yapılan
bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların
farklılık arzeden dinleri, örf ve adetleri, hal ve vaziyetleri hakkında
bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslam'ı
tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre
cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması
olarak değerlendirmek gerekir. Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi,
müstakbel Peygamberi ruhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin
her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlaksızlığından uzak
tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir ayini ve bayramı olan Büvane'ye
çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz.
Muhammed, adet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır
bulundurulan bir puta tapmak için sıraya girdiğinde, henüz kendisine
sıra gelmeden ilahi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın
haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu
olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her harhangi
bir ısrarda bulunmadılar. Tabiidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk
yıllarından itibaren hayatı boyunca asla hiç bir puta tapmadığı gibi,
onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini
yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına
almaktan hoşlanmadığını belirtmişti. Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebu
Talib'e yardırcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle
çobanlık, yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı,
debdebeli, şirkin hakim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı
karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrak gücü gelişerek herşeyin
yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler
koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım
sıkıntı ve meşakkatler O'nu ruhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı
günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek
Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire
inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenab-ı Hakk'ın
kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların
oynandığı, ahlaksızlıkların yapıldığı bu işret alemini seyretmekten
dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme
arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle
bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı. Hz. Peygamber yirmi
yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevazin kabilesi arasında Ficar Harbi
vuku buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen
Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları
toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe
gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri,
sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir.
Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak
katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudul
ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz.
Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, cahiliye toplumunda
güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zalimlerin
nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü. Yirmibeş yaşında bizzat
kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice
ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in
amcası Ebû Talib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını
sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı
çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm
ve Fatıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının
peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir.
Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk
oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebu'l-Kasım künyesi verilmişti.
Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tahir adında
iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki
ismin Abdullah'ın lakabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra
doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı cariye Mariye'dendir. Hz. Peygamber'in
bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Hz. Hatice
ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret
yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil
olarak ticaret yapmıştı. Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki
dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, adil ve alicenab
davranışları, herkes hakkında iyimser gelen iyilik ve yardımı yapması,
yoksulun, muhtacın elinde tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı
gösterdiği ilgi, ahlakî olgunluk ve ruhî üstünlükleri ile derhal
temayüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği
bir kişi haline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn =
güvenilir kişi" lakabını vermişlerdi. Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında
iken meydana gelen Kabe tamiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l
Esved'in yerine konması meselesinde Mekke Sülaleleri arasında çıkan ve
kanlı bir çatışmaya dönüşme temayülü gösteren anlaşmazlığı herkesi
memnun edecek bir tarzda ve adil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan
güveni daha da artırmıştı. Allah'ın mukaddes evi Kabe'nin tamiri
dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve
heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan
itibaren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum
içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlaksızlıklar, din adına icra
edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in
böylesi cahilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz,
sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi
anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibaren Hz. Peygamber, belli
zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet
yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini
geçirerek Cenab-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini,
O'nun gücü karşısında mahlukatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab
Teala'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun
nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, içtimai, ahlakî vs. yönlerden
içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu, işte bu uzlet,
günleri Hz. Peygamber'i ruhi, ahlakî bir olgunluğa götürdüğü gibi
tefekkür ve istidlal melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir
yüceliğe de eriştirdi.