Kur'an ve Edebiyat
Genellikle üç döneme ayrılarak incelenen Türk edebiyatının sekizdokuz asırlık en uzun, en verimli devresi, İslâm dini ve medeniyetiyle ona hâkim vasıflarını kazandıran Kur’an’ın etkisi altında gelişmiştir. Bu derin etki, Tanzimat’ın ardından Batı medeniyetinin tesiriyle değişen yeni Türk edebiyatında da sürmüştür. Üç dönemden ikincisine verilen çeşitli isimler de bu etkiyi ifade etmektedir. Türk edebiyatının bu dönemi hakkında Osmanlı edebiyatı, divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı, klasik edebiyat gibi isimlen-dirmelerin yanında M. Fuad Köprülü’den başlayarak İslâmî karakterini belirtecek şekilde adlandırılması genel bir kabul görmüştür. Köprülü’ye göre İslâm ümmeti dairesine girmiş kavimler için Kur’an dilinin üstünlüğü ve hâkimiyetiyle Kitap ve Sünnet’in vahdeti bütün güzel sanatlarda olduğu gibi lisan ve edebiyatta da hâkimiyetini gösterdiğinden Türkler arasında şekillenen edebiyat İslâmî bir edebiyat olarak gelişmiştir. Nihad Sâmi Banarlı da bu dönemi İslâmî Türk edebiyatı şeklinde adlandırmış ve sebebini şöyle açıklamıştır: ''Bu edebiyatın ilim ve fikir kaynağı başlangıçta tamamıyla Kur’an’dır. Devrin ilim ve tefekkür hayatı da esasen aynı kaynaktan nemâlanmıştır'' (Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 102). ''Ümmet çağı Türk edebiyatı'' ismini ilk defa ortaya atan ve bu isimle bir de kitap yazan Agâh Sırrı Levend ise, ''Eski metinlerde hemen hiçbir sayfa yoktur ki içinde Kur’an’dan bir âyet, Peygamber hadisinden bir cümle bulunmasın ve düşünceler bunlara bağlanmış olmasın'' demektedir (Türk Edebiyatı Tarihi, I, 24).
Kur’an, bu edebiyatın şekle ait birtakım özelliklerinden muhtevasına ve bazı türlerin ortaya çıkışına kadar hemen her alanda temel kaynak olmuştur. Hadis, kısas-ı enbiyâ, eski kavimlere dair bilgiler ve tasavvuf şeklinde sıralanabilecek olan diğer kaynaklar da yine Kur’an’la yakından ilgilidir ve ondan doğup gelişmiştir. Bu kaynaklar, Türk edebiyatında manzum ve mensur olarak kaleme alınmış eser-lere sadece malzeme temin etmek, muhtevalarını zenginleştirip beslemekle kalmamış, bu eserlerin estetik yönünün teşekkülünde ve sanat değerinin ölçülmesinde de başvurulacak esasları belirlemiştir.
Kur’an Türk edebiyatının edebî sanatlarını, belâgat anlayışını temellendirmiştir. Arap dilinin belâgatı da aslında bir söz mûcizesi olan Kur’ânı Kerîm’den ve onu daha iyi anlama zaruretinden doğmuş, belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî kelâmın eşsiz ifadelerinden derleyerek teşekkül etmiştir. Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmâniyye’de (İstanbul 1299) Türkçe örnekler vermesine kadar asırlarca Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi, şerh, hâşiye ve ta‘likatlarının yazımı ve okutulmasıyla gerçekleştirilmiştir.
İslâmî Türk edebiyatının hayat, ahlâk, âdet ve gelenekler, önemli günler, devrin ilimleri, efsane ve masallar, savaşlar gibi doğrudan dinî olmayan kaynakları da İslâm dininin ve Kur’ânı Kerîm’in izlerini aksettirir. Muhtevayı belirleyen bu unsurlara örnek olarak bayramiyye (ıydiyye), ramazâniyye, mi‘râciyye gibi türler verilebilir. Hatta hammâmiyye, rahşiyye gibi ilk bakışta dinî özellik taşımayan türlerde bile konular işlenirken âyet ve hadislerle bunlardan devrin cemiyet hayatına bir kültür ve yaşama biçimi halinde intikal etmiş hüküm ve anlayışlar beyitlere yer-leştirilmiştir.
Türk edebiyatının kitap halindeki bilinen en eski metinleri olan Kutadgu Bilig (XI. yüzyıl) ve Atabetü'l-hakayık (XII. yüzyıl) İslâmî edebiyatın da ilk manzum örnekleri olarak muhtevalarını Kur’an’dan almıştır. Bu eserlerdeki âyet ve hadisler ilk defa Türkçe’ye tercüme edilmiş olmaktadır. XI. yüzyılda hazırlanmaya başlanan Türkçe Kur’an tercümeleri, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zengin araştırma alanlarından birini teşkil etmektedir. Bu arada diğer bir alan olarak Türkçe tefsirlerin de aynı öneme sahip olduğu ve araştırmacıların ilgisini beklediği belirtilmelidir.
Eski Türk edebiyatında inşâ denilen nesir dilinde Kur’an’ın, cümle yapısından metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Gerek sanatkârane gerekse sade nesirdeki bu durum hakkında Nihad Sâmi Banarlı şöyle demektedir: ''Kur’ân-ı Kerîm’in bir seciler ve alliterasyonlar saltanatı içinde söylenen zengin mûsikili ilâhî lisanı daha İslâm’ın ilk eserlerinden başlayarak gerek Arap gerek İran gerekse Türk edebiyatlarında nesirle söyleyişin mukaddes bir örneği biliniyordu'' (Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 489). ''Sözlerin en güzeli'' olan bu mukaddes örnek, Dede Korkut hikâyelerindeki sade nesirden başlayarak Sinan Paşa gibi büyük sanatkârların elinde çok zevkli eserlerin ortaya konmasına vesile olmuş, Cevdet Paşa’nın kalemiyle XX. yüzyıla ulaşmıştır.
Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabguzî’nin Kısasü'l-enbiyâ’sıyla gelişerek Anadolu sahasında Behcetü'l-hadâik, Marzübânnâme, Tazarruât gibi eserlerle Veysî ve Nergisî’den Nâmık Kemal, Muallim Nâci ve Ziyâ Paşa’nın eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu nesir tarzı mânayı veciz bir şekilde ifade etmektedir. XX. yüzyılın başlarında mekteplerde öğretilen bu tarzın ne kadar önemli kabul edildiği, II. Abdülhamid döneminde rüşdiyeler için yayımlanmış bir inşâ kitabında (Seyyid Mehmed Sîret, Usûl-i Kitâbet, İstanbul 1298) yer alan bir bölümde, istişhâd maksadıyla en çok kullanılan âyetlerin ve bunların hangi mânaları ifade etmek için yazıda kullanılabileceğinin gösterilmesinden anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bir başka özellik de edebiyatımızda irsâl-i mesel, istişhâd, iktibas gibi adlarla anılan ve bir hususu anlatırken Kur’an âyetlerinden konuyla ilgili olanları tam veya kısmen, bazan da o sûreyi yahut âyeti ya da ona delâlet eden bir kelimeyi zikrederek beyte, mısraa veya cümleye yerleş-tirme usulüdür: ''Hâk-i pâyin olduğum gördü dedi kâfir rakıb / Taş ile bağrın dövüp ‘yâ leytenî küntü türâb’'' beytinde kıyamet gününde kâfirin, ''Keşke toprak olaydım'' diyeceğini ifade eden âyetle (en-Nebe 78/40) beytin mânası kuvvetlendirilmiştir. ''Nağme-i bülbül yine remz eyledi gülşende kim / ‘Hâzihî cennâtü adnin fe’dhulûhâ hâlidîn’'' (Ahmed Paşa) beytinde ''adn cennetleri'' (Tâhâ 20/76) ibaresinin başına ''hâzihî'' kelimesi eklenmiş, ardından da, ''Ebedî olarak kalmak üzere oraya girin'' mânasındaki âyetin (ez-Zümer 39/73) bir parçası eklenmiştir. Böylece Sultan Bayezid için yazılmış olan bu bahâriyyedeki beyit, ''Bahar geldiğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri, ‘İşte bu bir cennet bahçesidir, haydi oraya gir ve ebedî olarak kal’ sözünün sembolik ifadesidir'' anlamını vermektedir. Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan ''rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti'' gibi isimlerle, bazan ''Tâhâ, ve'l-Leyl, ve'd-Duhâ, Yâsîn, Kevser, İhlâs, Yûsuf, Neml'' gibi sûre adlarıyla, bazan ''elif lâm, elif lâm mîm, nûn ve'l-kalem'' gibi sûre başlarındaki mukattaât harflerinin isimleriyle, bazan da sadece mânalarının iktibası suretiyle yer almıştır.
Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bes-telenmiş na‘tının makta‘ beyti olan, ''Ve'd-Duhâ virdine ve'l-Leyl okuram sünbülüne / Rûşenî virdi budur küllü gadâtin ve aşiy'' beytinde adları zikredilen Duhâ ve Leyl sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i insanlara getirmesi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek anlatıldığından bunlar şair tarafından ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın sonundaki Arapça cümle ise ''küllü'' kelimesi hariç En‘âm (6/52) ve Kehf (18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçalarıdır. Nesîmî’nin bir na‘tındaki, ''Vasfını ve'z-Necmi ve'ş-Şemsi Tebârek söyledi / Şânına Tâhâ vü Yâsîn geldi haktan beyyinât'' beytinde ise Resûl-i Ekrem’le ilgili belli başlı sûre adları zikredilerek onun vasıflarının bu sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmiştir.
İslâmî Türk edebiyatının kaynakları arasında yer alan peygamber kıssaları, Türk edebiyatında aynı adla anılan bir edebî türün ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Kur’an’da Yûsuf, İbrâhim, Yûnus ve Hûd peygamberler hakkında olduğu gibi müstakil sûrelerde, bazan Hz. Îsâ ve Mûsâ gibi peygamberler için çeşitli sûrelerde nakledilen geniş mâlûmata dayalı olarak, bazan da sadece isimleri veya başlarından geçen ibret verici olayları nakleden âyetlerden faydalanılarak bu peygamberlerle etraflarındaki şahıslar müstakil eserler halinde çoğu mesnevi tarzında yazılmış manzumelerde işlenmiştir. Nitekim peygamber kıssaları içinde en çok sevilen ve ''ahsenü'l-kasas'' diye nitelendirilen kıssa Yûsuf ve Züleyhâ kıssası olmuştur. Türk edebiyatında bu konuda telif veya tercüme on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevinin kaleme alınmış olması türün zenginliğini göstermektedir. Tefsirlerle diğer kaynaklardan, hatta İsrâiliyat’tan da faydalanılarak ayrıntılı biçimde işlenen bu konular netice itibariyle hep Kur’an’a dayanmaktadır. Ayrıca bu kıssalarda zikredilen peygamberlerin nübüvveti, mûcizeleri, şahsî özellikleriyle bunların çevresinde yer alan ikinci derecede kişiler ve olaylarla ilgili unsurlar eski edebiyatımızın her tür eserinde, manzume ve beyitlerde mazmun denilen bu edebiyata has bir yapı içinde yerini almıştır. Ali Nihad Tarlan, Şeyhî Divanını Tet-kik adlı incelemesinde şairin kaside ve gazellerinde iktibas ve telmih suretiyle yer alan 100’den fazla âyeti, Emine Yeniterzi de Dîvan Şiirinde Na’t adlı eserinde sadece na‘tlarda lafzan yer alan yet-miş beş âyetin metniyle çeşitli divan şairleri tarafından kullanılışına ait değişik örnekler vermiştir (daha geniş bilgi için bk. İBRÂHİM; İSMÂİL [Türk Edebiyatında]; ayrıca bk. Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Ankara 1992, tür.yer.; Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 27-54; Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 13-64; Cemal Kurnaz, Hayalî Bey Divanı Tahlili, Ankara 1987, s. 58-114; Nejat Sefercioğlu, Nev’î Divanı’nın Tahlili, Ankara 1990, s. 21-54).
Genellikle üç döneme ayrılarak incelenen Türk edebiyatının sekizdokuz asırlık en uzun, en verimli devresi, İslâm dini ve medeniyetiyle ona hâkim vasıflarını kazandıran Kur’an’ın etkisi altında gelişmiştir. Bu derin etki, Tanzimat’ın ardından Batı medeniyetinin tesiriyle değişen yeni Türk edebiyatında da sürmüştür. Üç dönemden ikincisine verilen çeşitli isimler de bu etkiyi ifade etmektedir. Türk edebiyatının bu dönemi hakkında Osmanlı edebiyatı, divan edebiyatı, eski Türk edebiyatı, klasik edebiyat gibi isimlen-dirmelerin yanında M. Fuad Köprülü’den başlayarak İslâmî karakterini belirtecek şekilde adlandırılması genel bir kabul görmüştür. Köprülü’ye göre İslâm ümmeti dairesine girmiş kavimler için Kur’an dilinin üstünlüğü ve hâkimiyetiyle Kitap ve Sünnet’in vahdeti bütün güzel sanatlarda olduğu gibi lisan ve edebiyatta da hâkimiyetini gösterdiğinden Türkler arasında şekillenen edebiyat İslâmî bir edebiyat olarak gelişmiştir. Nihad Sâmi Banarlı da bu dönemi İslâmî Türk edebiyatı şeklinde adlandırmış ve sebebini şöyle açıklamıştır: ''Bu edebiyatın ilim ve fikir kaynağı başlangıçta tamamıyla Kur’an’dır. Devrin ilim ve tefekkür hayatı da esasen aynı kaynaktan nemâlanmıştır'' (Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 102). ''Ümmet çağı Türk edebiyatı'' ismini ilk defa ortaya atan ve bu isimle bir de kitap yazan Agâh Sırrı Levend ise, ''Eski metinlerde hemen hiçbir sayfa yoktur ki içinde Kur’an’dan bir âyet, Peygamber hadisinden bir cümle bulunmasın ve düşünceler bunlara bağlanmış olmasın'' demektedir (Türk Edebiyatı Tarihi, I, 24).
Kur’an, bu edebiyatın şekle ait birtakım özelliklerinden muhtevasına ve bazı türlerin ortaya çıkışına kadar hemen her alanda temel kaynak olmuştur. Hadis, kısas-ı enbiyâ, eski kavimlere dair bilgiler ve tasavvuf şeklinde sıralanabilecek olan diğer kaynaklar da yine Kur’an’la yakından ilgilidir ve ondan doğup gelişmiştir. Bu kaynaklar, Türk edebiyatında manzum ve mensur olarak kaleme alınmış eser-lere sadece malzeme temin etmek, muhtevalarını zenginleştirip beslemekle kalmamış, bu eserlerin estetik yönünün teşekkülünde ve sanat değerinin ölçülmesinde de başvurulacak esasları belirlemiştir.
Kur’an Türk edebiyatının edebî sanatlarını, belâgat anlayışını temellendirmiştir. Arap dilinin belâgatı da aslında bir söz mûcizesi olan Kur’ânı Kerîm’den ve onu daha iyi anlama zaruretinden doğmuş, belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî kelâmın eşsiz ifadelerinden derleyerek teşekkül etmiştir. Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmâniyye’de (İstanbul 1299) Türkçe örnekler vermesine kadar asırlarca Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi, şerh, hâşiye ve ta‘likatlarının yazımı ve okutulmasıyla gerçekleştirilmiştir.
İslâmî Türk edebiyatının hayat, ahlâk, âdet ve gelenekler, önemli günler, devrin ilimleri, efsane ve masallar, savaşlar gibi doğrudan dinî olmayan kaynakları da İslâm dininin ve Kur’ânı Kerîm’in izlerini aksettirir. Muhtevayı belirleyen bu unsurlara örnek olarak bayramiyye (ıydiyye), ramazâniyye, mi‘râciyye gibi türler verilebilir. Hatta hammâmiyye, rahşiyye gibi ilk bakışta dinî özellik taşımayan türlerde bile konular işlenirken âyet ve hadislerle bunlardan devrin cemiyet hayatına bir kültür ve yaşama biçimi halinde intikal etmiş hüküm ve anlayışlar beyitlere yer-leştirilmiştir.
Türk edebiyatının kitap halindeki bilinen en eski metinleri olan Kutadgu Bilig (XI. yüzyıl) ve Atabetü'l-hakayık (XII. yüzyıl) İslâmî edebiyatın da ilk manzum örnekleri olarak muhtevalarını Kur’an’dan almıştır. Bu eserlerdeki âyet ve hadisler ilk defa Türkçe’ye tercüme edilmiş olmaktadır. XI. yüzyılda hazırlanmaya başlanan Türkçe Kur’an tercümeleri, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zengin araştırma alanlarından birini teşkil etmektedir. Bu arada diğer bir alan olarak Türkçe tefsirlerin de aynı öneme sahip olduğu ve araştırmacıların ilgisini beklediği belirtilmelidir.
Eski Türk edebiyatında inşâ denilen nesir dilinde Kur’an’ın, cümle yapısından metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Gerek sanatkârane gerekse sade nesirdeki bu durum hakkında Nihad Sâmi Banarlı şöyle demektedir: ''Kur’ân-ı Kerîm’in bir seciler ve alliterasyonlar saltanatı içinde söylenen zengin mûsikili ilâhî lisanı daha İslâm’ın ilk eserlerinden başlayarak gerek Arap gerek İran gerekse Türk edebiyatlarında nesirle söyleyişin mukaddes bir örneği biliniyordu'' (Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 489). ''Sözlerin en güzeli'' olan bu mukaddes örnek, Dede Korkut hikâyelerindeki sade nesirden başlayarak Sinan Paşa gibi büyük sanatkârların elinde çok zevkli eserlerin ortaya konmasına vesile olmuş, Cevdet Paşa’nın kalemiyle XX. yüzyıla ulaşmıştır.
Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabguzî’nin Kısasü'l-enbiyâ’sıyla gelişerek Anadolu sahasında Behcetü'l-hadâik, Marzübânnâme, Tazarruât gibi eserlerle Veysî ve Nergisî’den Nâmık Kemal, Muallim Nâci ve Ziyâ Paşa’nın eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu nesir tarzı mânayı veciz bir şekilde ifade etmektedir. XX. yüzyılın başlarında mekteplerde öğretilen bu tarzın ne kadar önemli kabul edildiği, II. Abdülhamid döneminde rüşdiyeler için yayımlanmış bir inşâ kitabında (Seyyid Mehmed Sîret, Usûl-i Kitâbet, İstanbul 1298) yer alan bir bölümde, istişhâd maksadıyla en çok kullanılan âyetlerin ve bunların hangi mânaları ifade etmek için yazıda kullanılabileceğinin gösterilmesinden anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bir başka özellik de edebiyatımızda irsâl-i mesel, istişhâd, iktibas gibi adlarla anılan ve bir hususu anlatırken Kur’an âyetlerinden konuyla ilgili olanları tam veya kısmen, bazan da o sûreyi yahut âyeti ya da ona delâlet eden bir kelimeyi zikrederek beyte, mısraa veya cümleye yerleş-tirme usulüdür: ''Hâk-i pâyin olduğum gördü dedi kâfir rakıb / Taş ile bağrın dövüp ‘yâ leytenî küntü türâb’'' beytinde kıyamet gününde kâfirin, ''Keşke toprak olaydım'' diyeceğini ifade eden âyetle (en-Nebe 78/40) beytin mânası kuvvetlendirilmiştir. ''Nağme-i bülbül yine remz eyledi gülşende kim / ‘Hâzihî cennâtü adnin fe’dhulûhâ hâlidîn’'' (Ahmed Paşa) beytinde ''adn cennetleri'' (Tâhâ 20/76) ibaresinin başına ''hâzihî'' kelimesi eklenmiş, ardından da, ''Ebedî olarak kalmak üzere oraya girin'' mânasındaki âyetin (ez-Zümer 39/73) bir parçası eklenmiştir. Böylece Sultan Bayezid için yazılmış olan bu bahâriyyedeki beyit, ''Bahar geldiğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri, ‘İşte bu bir cennet bahçesidir, haydi oraya gir ve ebedî olarak kal’ sözünün sembolik ifadesidir'' anlamını vermektedir. Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan ''rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti'' gibi isimlerle, bazan ''Tâhâ, ve'l-Leyl, ve'd-Duhâ, Yâsîn, Kevser, İhlâs, Yûsuf, Neml'' gibi sûre adlarıyla, bazan ''elif lâm, elif lâm mîm, nûn ve'l-kalem'' gibi sûre başlarındaki mukattaât harflerinin isimleriyle, bazan da sadece mânalarının iktibası suretiyle yer almıştır.
Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bes-telenmiş na‘tının makta‘ beyti olan, ''Ve'd-Duhâ virdine ve'l-Leyl okuram sünbülüne / Rûşenî virdi budur küllü gadâtin ve aşiy'' beytinde adları zikredilen Duhâ ve Leyl sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i insanlara getirmesi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek anlatıldığından bunlar şair tarafından ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın sonundaki Arapça cümle ise ''küllü'' kelimesi hariç En‘âm (6/52) ve Kehf (18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçalarıdır. Nesîmî’nin bir na‘tındaki, ''Vasfını ve'z-Necmi ve'ş-Şemsi Tebârek söyledi / Şânına Tâhâ vü Yâsîn geldi haktan beyyinât'' beytinde ise Resûl-i Ekrem’le ilgili belli başlı sûre adları zikredilerek onun vasıflarının bu sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmiştir.
İslâmî Türk edebiyatının kaynakları arasında yer alan peygamber kıssaları, Türk edebiyatında aynı adla anılan bir edebî türün ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Kur’an’da Yûsuf, İbrâhim, Yûnus ve Hûd peygamberler hakkında olduğu gibi müstakil sûrelerde, bazan Hz. Îsâ ve Mûsâ gibi peygamberler için çeşitli sûrelerde nakledilen geniş mâlûmata dayalı olarak, bazan da sadece isimleri veya başlarından geçen ibret verici olayları nakleden âyetlerden faydalanılarak bu peygamberlerle etraflarındaki şahıslar müstakil eserler halinde çoğu mesnevi tarzında yazılmış manzumelerde işlenmiştir. Nitekim peygamber kıssaları içinde en çok sevilen ve ''ahsenü'l-kasas'' diye nitelendirilen kıssa Yûsuf ve Züleyhâ kıssası olmuştur. Türk edebiyatında bu konuda telif veya tercüme on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevinin kaleme alınmış olması türün zenginliğini göstermektedir. Tefsirlerle diğer kaynaklardan, hatta İsrâiliyat’tan da faydalanılarak ayrıntılı biçimde işlenen bu konular netice itibariyle hep Kur’an’a dayanmaktadır. Ayrıca bu kıssalarda zikredilen peygamberlerin nübüvveti, mûcizeleri, şahsî özellikleriyle bunların çevresinde yer alan ikinci derecede kişiler ve olaylarla ilgili unsurlar eski edebiyatımızın her tür eserinde, manzume ve beyitlerde mazmun denilen bu edebiyata has bir yapı içinde yerini almıştır. Ali Nihad Tarlan, Şeyhî Divanını Tet-kik adlı incelemesinde şairin kaside ve gazellerinde iktibas ve telmih suretiyle yer alan 100’den fazla âyeti, Emine Yeniterzi de Dîvan Şiirinde Na’t adlı eserinde sadece na‘tlarda lafzan yer alan yet-miş beş âyetin metniyle çeşitli divan şairleri tarafından kullanılışına ait değişik örnekler vermiştir (daha geniş bilgi için bk. İBRÂHİM; İSMÂİL [Türk Edebiyatında]; ayrıca bk. Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Ankara 1992, tür.yer.; Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul 1971, s. 27-54; Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 13-64; Cemal Kurnaz, Hayalî Bey Divanı Tahlili, Ankara 1987, s. 58-114; Nejat Sefercioğlu, Nev’î Divanı’nın Tahlili, Ankara 1990, s. 21-54).