Kur'an'ın İ'câzı ve Üslûbu
Hz. Muhammed, kendisinin Allah’ın el-çisi olduğunu ve Allah katından vahiy aldığını insanlara ilân edip herkesi yeni dine davet faaliyetlerine girişince genellikle Mekke’nin aristokrat kesiminin öncülük ettiği putperestler ona karşı şiddeti giderek artan bir muhalefet hareketi başlatmışlardı. Allah’ın hiçbir şey indirmediğini (el-Mülk 67/9), Kur’an’ın Allah kelâmı değil beşer sözü olduğunu, onu Muhammed’in kendisi uydurup Allah’a nisbet et-tiğini söylemeleri (el-Mü’minûn 23/38; el-Müddessir 74/24-25), Hz. Muhammed’i çeşitli zamanlarda mecnun, şair, kâhin veya sihirbaz ya da büyüye tutulmuş olmakla itham etmeleri üzerine (Yûnus 10/2; el-Hicr 15/6; el-İsrâ 17/47; el-Furkan 25/8; es-Sâffât 37/36; Sâd 38/4; ed-Duhân 44/14; et-Tûr 52/29-30; el-Kalem 68/51)
Kur’an’da bu iddiaların gerçek dışı olduğu belirtilmiştir (el-Hâkka 69/41-42; et-Tekvîr 81/25). Kur’an’ı şeytanlar tarafından kâhinlere telkin edilen sözler olarak gören inkârcıların iddiaları reddedilmiş (eş-Şuarâ 26/210-211), Kur’an’ın Cebrâil tarafından (el-Bakara 2/97; eş-Şuarâ 26/193-194) yeri ve gökleri yaratan âlemlerin rabbi katından indirildiği beyan edilmiştir (meselâ bk. Tâhâ 20/4; eş-Şuarâ 26/192; es-Secde 32/2; el-Vâkıa 56/80). İnkârcılar, Kur’an ve kaynağı hakkında öne sürdükleri iddiaların tutarsızlığını görünce başka yollar aramaya başladılar. Eski kavimlere dair kıssaların anlatıldığını görünce Kur’an’a başkalarının da yardımıyla Muhammed’in uydurduğu bir yalan, kendisine dikte edilen eski milletlerin efsaneleri yakıştırmasını yaptıkları gibi (el-Furkan 25/4-5)
Kur’an’ı Muhammed’e bir yabancının öğrettiğini de söylediler. Kur’an, apaçık Arapça ile nâzil olan bir kitabı ana dili Arapça olmayan bir kişinin dikte etmesini mantık dışı bulup reddeder (en-Nahl 16/103). İnkârcıların, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında söyledikleri bu sözlerinden Kur’an’ın kaynağıyla ilgili itirazları kendilerini de tatmin etmeyince durmadan fikir değiştirdikleri anlaşılmaktadır (ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/5). Nitekim Arap edebiyatını en iyi bilenlerden olan müşriklerin önde gelen ismi Velîd b. Mugıre’nin Kur’an’dan etkilenerek onun bilinen hiçbir edebî türe benzemediğini, rekabet edilemeyecek bir üstünlüğe sahip olduğunu itiraf ettiği, buna rağmen inadını ve kibrini yenemeyip, ''Başkalarından aktarılmış bir sihir, beşer sözü'' iddiasına sığındığı bildirilir (el-Müddessir 74/11-25; Hâkim, II, 506-507).
Peygamberliğini ilân eden bir kişinin doğru sözlü olup olmadığının anlaşılabilmesi için benzerini insanların yapamayacağı mûcize denilen hârikulâdelikler ortaya koyması gerekir. Peygamberlerin gösterdiği mûcizeler genelde kendi dönemlerinde en çok önem atfedilen konularda olmuştur. Hz. Muhammed’in en büyük mûcizesi ise Kur’ânı Kerîm’dir. Kur’an, kendisinin mûcize oluşunu Allah’tan başka hiçbir gücün onun bir benzerini gerçekleştiremeyeceğini bildirmek ve bu hususta inkârcılara meydan okumak suretiyle ispat etmiştir. Kur’an’ın i‘câzını ispatlamak üzere meydan okuma yolunun seçilmesinde Arap şair ve hatiplerinin o dönemdeki âdetlerinin etkili olduğu düşünülmektedir. Araplar arasında çok ateşli bir edebî rekabetin yaşandığı bu devirde önde gelen şairler panayırlarda bazan yıllarını vererek hazırladıkları kasideleriyle, hatipler nutuklarıyla yarışırlardı. Jürilere sunulan edebî ürünlerin nasıl titiz eleştirilere tâbi tutulduğu kaynaklarda belirtilmektedir (Mustafa Sâdık er-Râfiî, İ'câzü'l-Kur'ân, s. 225).
Kur’an’ın i‘câzıyla ilgili çalışmalarda üzerinde durulan en önemli husus, böyle bir edebî ortamda Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ve Kur’an’ın Allah kelâmı değil insan sözü olduğunu iddia edenlere karşı yine Kur’an’la meydan okunması, onun, bütün insanları benzerini ortaya koymaktan âciz bırakan (i‘câz) bir mükemmelliğe sahip olduğunun ilânıdır. Üç aşamada gerçekleşen bu meydan okumada önce inkârcılardan, eğer gerçekten Kur’an’ın kul sözü olduğuna inanıyorlarsa o zamana kadar inen kısmının bir benzerini kendilerinin yazıp getirmeleri istenmiştir (et-Tûr 52/32-34). Bunu başaramadıkları anlaşılınca ikinci aşamada iddialarında samimi iseler Kur’an’ınkine benzer on sûre hazırlayıp getirmeleri, aksi halde gerçeği kabul edip müslüman olmaları talep edilmiştir (Hûd 11/13-14). Üçüncü aşamada ise Kur’an’ın Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir söz olmadığı, âlemlerin rabbinden geldiğinde kuşku bulunmadığı teyit edildikten sonra inkâr edenlerden Kur’an’ın bir sûresinin benzerini getirmeleri istenmiştir (Yûnus 10/37-38). Bu son aşamadaki meydan okuma Medine döneminde tekrar edilmiştir (el-Bakara 2/23-24).
Kur’an’ın i‘câzının risâlet dönemiyle sınırlı olduğunu, daha sonraki asırlarda benzerinin getirilebileceğini öne sürenler olmuşsa da başta Bâkıllânî olmak üzere (İ'câzü'l-Kur'ân, s. 31, 257) âlimlerin çoğu i‘câzın kıyamete kadar geçerli olduğu görüşündedir. Çünkü meydan okuma âyetlerinde zaman sınırlaması yapılmamıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’in en büyük mûcizesi olup (el-Ankebût 29/51) mantıkî olarak risâleti ebedî olan Peygamber’in mûcizesinin de ebedî olması gerekir. Dolayısıyla bazı şarkiyatçıların iddia ettiğinin aksine (EI2 [İng.], III, 1018) Kur’an’ın i‘câzı müslümanlar tarafından sonraki asırlarda ortaya atılan bir görüş değildir. Kur’an’ın Hz. Muhammed’in mûcizesi oluşu, âyetlerde ifade edildiği üzere onun beşer sözü değil Allah kelâmı olmasından kaynaklanır; bir benzerini ortaya koymanın imkânsızlığı da Allah kelâmı oluşunun zorunlu bir sonucudur.
İ‘câzın hangi yönde ortaya çıktığı konusunda tarih boyunca birçok görüş ileri sürülmüştür. İslâm coğrafyasının ilmî, kültürel ve sosyal yapısındaki değişim ve gelişime bağlı olarak özellikle Kur’an’ın i‘câz vasfını taşımadığını öne sürenlerin ortaya çıkmasıyla III. (IX.) yüzyılın başlarından itibaren üzerinde önemle durulmaya başlanan i‘câzü'l-Kur’ân hususunda ilk farklı görüş Mu‘tezile âlimleri tarafından geliştirildiği söylenen ''sarfe'' nazariyesi olmuştur. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerinin insanlar tarafından ortaya konulamamasının sebebi, Kur’an’ın yapısı itibariyle taklit edilemez oluşu değil onu taklit etme gücünün Allah tarafından insanlardan kaldırılmış olmasıdır. Kur’an’ın bir sûresinin dahi ben-zerinin asla getirilemeyeceğinin açıkça ifade edilmiş olması (el-İsrâ 17/88; el-Bakara 2/23) bunun kanıtıdır. Daha sonraki dönemlerde i‘câzü'l-Kur’ân sahasında savunma amaçlı çalışmalar yapılması ihtiyacını doğuran bu fikir Sünnî âlimler tarafından birçok yönden eleştirilmiştir. Onlara göre insanların Kur’an’ın benzerini getirememelerinin asıl sebebi onun Allah kelâmı oluşudur. Kur’an’da öncelikle onu insan sözü olarak görenlere karşı meydan okunması da bunu göstermektedir. Bu meydan okuma âyetlerinde muhatapların başkalarından yardım alabileceklerinin ifade edilmesi de sarfe görüşüne uygun düşmemektedir (Rummânî, s. 101; Hattâbî, s. 20-21; Abdülkahir el-Cürcânî, er-Risâletü'ş-şâfiye, s. 136; ayrıca bk. SARFE). Kur’an’ın başlıca i‘câz noktaları hakkında ortaya konan görüşler şu şekilde özetlenebilir:
Hz. Muhammed, kendisinin Allah’ın el-çisi olduğunu ve Allah katından vahiy aldığını insanlara ilân edip herkesi yeni dine davet faaliyetlerine girişince genellikle Mekke’nin aristokrat kesiminin öncülük ettiği putperestler ona karşı şiddeti giderek artan bir muhalefet hareketi başlatmışlardı. Allah’ın hiçbir şey indirmediğini (el-Mülk 67/9), Kur’an’ın Allah kelâmı değil beşer sözü olduğunu, onu Muhammed’in kendisi uydurup Allah’a nisbet et-tiğini söylemeleri (el-Mü’minûn 23/38; el-Müddessir 74/24-25), Hz. Muhammed’i çeşitli zamanlarda mecnun, şair, kâhin veya sihirbaz ya da büyüye tutulmuş olmakla itham etmeleri üzerine (Yûnus 10/2; el-Hicr 15/6; el-İsrâ 17/47; el-Furkan 25/8; es-Sâffât 37/36; Sâd 38/4; ed-Duhân 44/14; et-Tûr 52/29-30; el-Kalem 68/51)
Kur’an’da bu iddiaların gerçek dışı olduğu belirtilmiştir (el-Hâkka 69/41-42; et-Tekvîr 81/25). Kur’an’ı şeytanlar tarafından kâhinlere telkin edilen sözler olarak gören inkârcıların iddiaları reddedilmiş (eş-Şuarâ 26/210-211), Kur’an’ın Cebrâil tarafından (el-Bakara 2/97; eş-Şuarâ 26/193-194) yeri ve gökleri yaratan âlemlerin rabbi katından indirildiği beyan edilmiştir (meselâ bk. Tâhâ 20/4; eş-Şuarâ 26/192; es-Secde 32/2; el-Vâkıa 56/80). İnkârcılar, Kur’an ve kaynağı hakkında öne sürdükleri iddiaların tutarsızlığını görünce başka yollar aramaya başladılar. Eski kavimlere dair kıssaların anlatıldığını görünce Kur’an’a başkalarının da yardımıyla Muhammed’in uydurduğu bir yalan, kendisine dikte edilen eski milletlerin efsaneleri yakıştırmasını yaptıkları gibi (el-Furkan 25/4-5)
Kur’an’ı Muhammed’e bir yabancının öğrettiğini de söylediler. Kur’an, apaçık Arapça ile nâzil olan bir kitabı ana dili Arapça olmayan bir kişinin dikte etmesini mantık dışı bulup reddeder (en-Nahl 16/103). İnkârcıların, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında söyledikleri bu sözlerinden Kur’an’ın kaynağıyla ilgili itirazları kendilerini de tatmin etmeyince durmadan fikir değiştirdikleri anlaşılmaktadır (ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/5). Nitekim Arap edebiyatını en iyi bilenlerden olan müşriklerin önde gelen ismi Velîd b. Mugıre’nin Kur’an’dan etkilenerek onun bilinen hiçbir edebî türe benzemediğini, rekabet edilemeyecek bir üstünlüğe sahip olduğunu itiraf ettiği, buna rağmen inadını ve kibrini yenemeyip, ''Başkalarından aktarılmış bir sihir, beşer sözü'' iddiasına sığındığı bildirilir (el-Müddessir 74/11-25; Hâkim, II, 506-507).
Peygamberliğini ilân eden bir kişinin doğru sözlü olup olmadığının anlaşılabilmesi için benzerini insanların yapamayacağı mûcize denilen hârikulâdelikler ortaya koyması gerekir. Peygamberlerin gösterdiği mûcizeler genelde kendi dönemlerinde en çok önem atfedilen konularda olmuştur. Hz. Muhammed’in en büyük mûcizesi ise Kur’ânı Kerîm’dir. Kur’an, kendisinin mûcize oluşunu Allah’tan başka hiçbir gücün onun bir benzerini gerçekleştiremeyeceğini bildirmek ve bu hususta inkârcılara meydan okumak suretiyle ispat etmiştir. Kur’an’ın i‘câzını ispatlamak üzere meydan okuma yolunun seçilmesinde Arap şair ve hatiplerinin o dönemdeki âdetlerinin etkili olduğu düşünülmektedir. Araplar arasında çok ateşli bir edebî rekabetin yaşandığı bu devirde önde gelen şairler panayırlarda bazan yıllarını vererek hazırladıkları kasideleriyle, hatipler nutuklarıyla yarışırlardı. Jürilere sunulan edebî ürünlerin nasıl titiz eleştirilere tâbi tutulduğu kaynaklarda belirtilmektedir (Mustafa Sâdık er-Râfiî, İ'câzü'l-Kur'ân, s. 225).
Kur’an’ın i‘câzıyla ilgili çalışmalarda üzerinde durulan en önemli husus, böyle bir edebî ortamda Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ve Kur’an’ın Allah kelâmı değil insan sözü olduğunu iddia edenlere karşı yine Kur’an’la meydan okunması, onun, bütün insanları benzerini ortaya koymaktan âciz bırakan (i‘câz) bir mükemmelliğe sahip olduğunun ilânıdır. Üç aşamada gerçekleşen bu meydan okumada önce inkârcılardan, eğer gerçekten Kur’an’ın kul sözü olduğuna inanıyorlarsa o zamana kadar inen kısmının bir benzerini kendilerinin yazıp getirmeleri istenmiştir (et-Tûr 52/32-34). Bunu başaramadıkları anlaşılınca ikinci aşamada iddialarında samimi iseler Kur’an’ınkine benzer on sûre hazırlayıp getirmeleri, aksi halde gerçeği kabul edip müslüman olmaları talep edilmiştir (Hûd 11/13-14). Üçüncü aşamada ise Kur’an’ın Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir söz olmadığı, âlemlerin rabbinden geldiğinde kuşku bulunmadığı teyit edildikten sonra inkâr edenlerden Kur’an’ın bir sûresinin benzerini getirmeleri istenmiştir (Yûnus 10/37-38). Bu son aşamadaki meydan okuma Medine döneminde tekrar edilmiştir (el-Bakara 2/23-24).
Kur’an’ın i‘câzının risâlet dönemiyle sınırlı olduğunu, daha sonraki asırlarda benzerinin getirilebileceğini öne sürenler olmuşsa da başta Bâkıllânî olmak üzere (İ'câzü'l-Kur'ân, s. 31, 257) âlimlerin çoğu i‘câzın kıyamete kadar geçerli olduğu görüşündedir. Çünkü meydan okuma âyetlerinde zaman sınırlaması yapılmamıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’in en büyük mûcizesi olup (el-Ankebût 29/51) mantıkî olarak risâleti ebedî olan Peygamber’in mûcizesinin de ebedî olması gerekir. Dolayısıyla bazı şarkiyatçıların iddia ettiğinin aksine (EI2 [İng.], III, 1018) Kur’an’ın i‘câzı müslümanlar tarafından sonraki asırlarda ortaya atılan bir görüş değildir. Kur’an’ın Hz. Muhammed’in mûcizesi oluşu, âyetlerde ifade edildiği üzere onun beşer sözü değil Allah kelâmı olmasından kaynaklanır; bir benzerini ortaya koymanın imkânsızlığı da Allah kelâmı oluşunun zorunlu bir sonucudur.
İ‘câzın hangi yönde ortaya çıktığı konusunda tarih boyunca birçok görüş ileri sürülmüştür. İslâm coğrafyasının ilmî, kültürel ve sosyal yapısındaki değişim ve gelişime bağlı olarak özellikle Kur’an’ın i‘câz vasfını taşımadığını öne sürenlerin ortaya çıkmasıyla III. (IX.) yüzyılın başlarından itibaren üzerinde önemle durulmaya başlanan i‘câzü'l-Kur’ân hususunda ilk farklı görüş Mu‘tezile âlimleri tarafından geliştirildiği söylenen ''sarfe'' nazariyesi olmuştur. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerinin insanlar tarafından ortaya konulamamasının sebebi, Kur’an’ın yapısı itibariyle taklit edilemez oluşu değil onu taklit etme gücünün Allah tarafından insanlardan kaldırılmış olmasıdır. Kur’an’ın bir sûresinin dahi ben-zerinin asla getirilemeyeceğinin açıkça ifade edilmiş olması (el-İsrâ 17/88; el-Bakara 2/23) bunun kanıtıdır. Daha sonraki dönemlerde i‘câzü'l-Kur’ân sahasında savunma amaçlı çalışmalar yapılması ihtiyacını doğuran bu fikir Sünnî âlimler tarafından birçok yönden eleştirilmiştir. Onlara göre insanların Kur’an’ın benzerini getirememelerinin asıl sebebi onun Allah kelâmı oluşudur. Kur’an’da öncelikle onu insan sözü olarak görenlere karşı meydan okunması da bunu göstermektedir. Bu meydan okuma âyetlerinde muhatapların başkalarından yardım alabileceklerinin ifade edilmesi de sarfe görüşüne uygun düşmemektedir (Rummânî, s. 101; Hattâbî, s. 20-21; Abdülkahir el-Cürcânî, er-Risâletü'ş-şâfiye, s. 136; ayrıca bk. SARFE). Kur’an’ın başlıca i‘câz noktaları hakkında ortaya konan görüşler şu şekilde özetlenebilir: